Geçen yazımızın sonunda Şeyh Hasan Dede’nin:
Azîz-i Mısr-ı vuslat sûziş-i firkat nedir bilmez
Anı tenha-nişîn-i külbe-i ahzân olandan sor
beytinden hareketle, sırça sarayında yaşayan Mısır Azizinin, ayrılık ve yalnızlık ateşinin ne demek olduğunu bilemeyeceğini; onu, her yanını acı kaplayan hüzün dolu kulübenin yalnız yaşayan sakininden sual olunması gerektiğini belirtmiş, onun da Yakub Peygamber olduğunu söylemiştik.
Kenan ilinde kendisine peygamberlik verilen Yakub aleyhisselam, İbrahim peygamberin torunu olup İshak’ın oğludur. Dayısının iki kızıyla evlenmiş ve onlardan 12 oğlu dünyaya gelmiştir. Oğulları içinde Yusuf’la Bünyamin aynı annedendir. Malum, kardeşlerinin kıskançlığı yüzünden Yusuf’u kuyuya bırakmaları üzerine Hazret-i Yakub, “külbe-i ahzan” (hüzünler evi) denilen hanesinde ağlaya ağlaya gözleri görmez olur ve bu gözler yıllar sonra Yusuf’un Mısır’dan göndererek yüzüne süreceği gömleğin kokusuyla açılır. Ömrünün sonunda Yusuf’la beraber rahat bir hayat sürer.
“Külbe-i ahzân”, “beytü’l-hazen”, “beytü’l-hüzn” gibi tamlamalar kültür ve edebiyat tarihimizde Hazret-i Yakub’la birlikte anılarak edebiyatımızda daha çok Yusuf’la beraber hasretin sembolü olarak kullanılır. Çünkü oğlu için yıllarca ağlaması ve gözlerine ak inmesi, oğluna duyduğu bir sevgi ve özlemin nişanesi olarak karşımıza çıkar.
Klasik edebiyatımızda gözün uykulu ve hasta olması ile ilgili durumu bakımından nergis çiçeğine benzetilir. Nergisin taç yaprakları arasındaki sarı nokta bu çiçeğe yorgun ve uykusuzluk hâli verir. Bundan dolayı gözün uykulu ve mahmur olması nergise teşbih edilir. Meselâ Fuzûlî’nin şu şiiri bu çağrışımlarla yüklüdür:
N’ola çeşm-i ter ile çıksa habs-i hâkden nergis
N’ola ger çıksa Ya’kûb-ı belâ-keş beytü’l-ahzândan
Ağlamaktan güçsüz düşmüş olan göz burada nergise benzer. Yusuf’un özlemiyle devamlı ağlayan Yakub’un göz pınarları kurumuş ve nergis gibi gözlerinin feri zayıflamıştır. Şair burada, baharla beraber nergisin toprak hapishanesinden çıkıp canlanmasını anlatırken, Yusuf’tan haber alan Yakub’un gözlerinin açılması arasında bağ kuruyor.
Yusuf’un Mısır’dan Kenan iline gönderdiği gömleği yüzüne sürmesi ile gözlerinin açılması bir olan Yakub’un mucizesi şair Sabit’in şiirlerine yine “nergis” mazmunuyla yansır:
Sürünce pîrehen-i Yûsuf-ı gülü yüzüne
Açıldı dîde-i Ya’kûb-ı nergis oldu karîr
Pîr-i Ken’an kadar şevk verir vâlidine
Bûy-ı gül-pîrehen-i zâde-i zî-şân geliyor
Aynı konu Diyarbekirli Hâmî’nin bir kasidesinde daha farklı bir şekilde dile getirilmektedir. Hâmî’ye göre Yakub aleyhisselamın görmeyen gözlerini açan gömlek kokusunu (bûy-ı pîrehen) sabah rüzgârı getirmekte:
Açıldı çeşm-i ter Ya’kûb-veş jeng-i küdûretden
Getirdi bûy-ı pîrehen Sabâ gûyâ ki sür’atle
Çağrışımları zengin ve köklü olan bu kavrama Sünbülzâde Vehbî de bigâne kalmaz. Külbe-i ahzânla kendi ayrılık acısını, Yakub peygamberin gözlerini kaybettiği evlat hasreti ile özdeşleştirir:
Gam-ı hicrân beni hem-hâlet-i Ya’kûb edeli
Girye vü nâlişime külbe-i ahzân ağlar
Vehbî yalnız değildir bu konuda. Balıkesirli Zâtî’ye göre gönül açan her saray bir hüzünler evi, sevgilisinin yanında olmadığı her cennet bahçesi bir ayak bağı ve zindandır adeta:
Bâğ-ı cennet dil-rübâsız bend ü zindândır bana
Her sarây-ı dil-güşâsı beytü’l-ahzândur bana
Keçecizâde İzzet Molla da hakîmâne bir beytinde, her şeyin bir bedeli olduğunu, acele ile menzil alınamaycağını, Yakub’un Yusuf’a olan muhabbetinden dolayı gözlerini feda ettiğini söyler:
Maksûd kolaylıkla azîzim ele girmez
Çeşm etti fedâ Yûsuf’a Ya’kûb-ı muhabbet
Bizim için kötü olarak görülen bir şeyin sonuçta iyiye ve hayra vesile olabileceğini Ziya Paşa konumuzla ilgili şiirle dile getirir. Şaire göre evlâdından ayrılık Hazret-i Yakub’u çok ağlattıysa da, neticede belâ kuyusu (câh-ı belâ) sabretmenin karşılığı olarak Yusuf peygambere karargâh ve merkez (makarr) olmuştur:
Ya’kûb’u kıldı firkat-i ferzend eşk-bâr
Oldu cenâb-ı Yûsuf’a câh-ı belâ makarr
Yunus Emre’nin “sehl-i mümteni”ye örnek verebileceğimiz dillere destan:
Yûsuf’u kaybettim Ken’an ilinde
Yûsuf bulunur Ken’an bulunmaz
beytinin açtığı kapıdan girersek, Yahya Bey’in şiiri karşımıza çıkar:
Kendimi Ya`kûb-ı hasret yolumu râh-ı firâk
Hânemi beytü’l-hazen şehrimi Ken`ân eyledim
Şair burada kendini aşk derdiyle Yusuf’un özlemini çeken hasretin timsâli Yakub peygambere benzetir. Yolunu ayrılık yolu, içinde bulunduğu hanesini “beytü’l-hazen”, yaşadığı şehri de Kenan ili kılmıştır. Aynen şair Hayretî gibi:
N’ola sen mesned-i izzette beyim Yûsuf isen
Biz de Ya‘kûb gibi âkif-i beytü’l-hazeniz
Sen diyor şair burada, izzet ve şeref makamında Yusuf gibi oturuyorsun ama biz Yakub gibi kendi acılarımıza gömülüp beytü’l-hazende sıkıntı ve çile çekmeye devam ediyoruz; bizim de hissemize bu düşmüştür, diyerek kendini hüzünler evinde bekleyen Yakup aleyhisselama benzetir.
Hâşimî ise:
Yûsuf dahi olsan düşürürler seni çâha
Ebnâ-yı zamânın işi ihvâna cefâdır
şiirinde, zamane insanlarının tuzağına yeter ki düşme, yoksa Yusuf bile olsan seni kuyuya atmaktan ve zulmetmekten çekinmezler, der. Nâbî de bir gazelinde değinir bu konuya:
Yine hem-cinsi bilir birbirinin mikdârın
Yûsuf’un hüsn-i peder-sûzunu ihvândan sor
beytinde, Yusuf’un dillere destan güzelliğini sözkonusu ederek, babasının acısını içine gömdüğü güzelliği kardeşlerinden sormamızı ister. O halde bir sonraki yazımızın konusu, Yusuf’un güzelliği ve Züleyha olacaktır.