Bir ülke varmış desem, oradaki Edebiyat İdaresi tüm yazar ve şairlerden o zamana dek yazdıkları hikâye, roman ve şiirlerin sayısını isteyip en fazla eser üretenden en az üretene doğru onları sıralamış en iyilerini belirlemek üzere desem nasıl da saçma ve komik ve tuhaf gelirdi kulağa değil mi? “Birinci Yeniciler 478 şiir, İkinci Yeniciler 1654 şiir, Garipçiler 120 şiir, Beş Hececiler 55 şiir… Falanca şair en iyi yayınevlerinden 30 adet kitap…” “Bravo bu yılki “ranking”te Birinci Yeniciler ve filanca yayınevi ilk sırada, gurur duymalılar çünkü en iyiler onlar…”
Performansçılık her bağlamda saçma, tuhaf, komik, insandışılaştırıcıdır.
Moderncilerin, toplumsal evirmcilerin, postmoderncilerin, toplumcuların, ilerlemecilerin, maddecilerin, sekülerlerin vb. performans deyince kendilerinden geçmelerini, performansı nicelleştirdikçe zevkten dört köşe olmalarını bir şekilde anlamlandırabiliriz. Postmodernlerle toplumcularınki biraz tuhaf kaçsa da durum budur. Ve fakat mümin/müslimlerin, medeniyyet tasavvurundan bahsedip duranların, muhafazakâr ya da gelenekselcilerin performansla ve performansı nicelleştirmeyle olan tutkulu ilişkileri gerçek anlamında vahamet; patolojik, somatik bir sapmadan başkaca bir şey değildir. Sonra birilerince muhafazakârlar ya da sağcılar kapitalizmle çok iyi geçiniyorlar denildiğinde garipseniyor. Oysa işte şu nicelleştirilmiş performansçılık çılgınlığı kapitalizmin ve neoliberal zihin işgalcilerinin birçoklarını ayartan etki silahlarından sadece biridir. Bunlara olan düşkünlük nedir Allah aşkına?
Bu niceliğin egemenliğinin, bu performansçılık hastalığının eğitimi, okulları, üniversiteleri nasıl dönüştürdüğünü, öğrencileri hunharca yarıştırarak nasıl stresli robotlara; öğretmeni, akademisyeni nesneleştirerek nasıl mekanik birer üretim aracına çevirdiğini, yöneticileri performans artırıcı yollar peşinde koşan Makyavelistler haline nasıl da soktuğunu hiç mi göremiyoruz? Bir trajedi eğitimi ve okulları, insanî ve ahlakî bütün boyutlarından soyutlayıp tastamam bir günaha bulamaktadır.
Üniversiteleri, yayın üretimlerine dayalı şekilde nicelleştirilmiş performans göstergeleriyle sıralayan “ranking”ler çıktı çıkalı üniversite adım adım kaybolmaya yüz tutmuştur. İşin tuhafı bu sıralamalarda üst basamaklarda yer alma kaygısının nasıl tüm üniversiteleri birbirine benzettiği, nasıl da belirli bir akademik kültürü ve yönetim anlayışını dayattığını kimse görmüyor gibidir. Herkes çılgınca bir yarışın içinde. Daha fazla ve daha fazla “seçkin” indekslerde taranan yayınlar yapma, proje üretme savaşı sürüp gidiyor. Akademik bir endüstri devrimi yaşanmış da geleneksel geçmişimizden ne varsa ateşe verip evrimci, ilerlemeci; yarışanın, güçlü olanın ayakta kaldığı bir dünyaya adım atmışız gibi. On dokuzuncu yüzyılın fabrikaları misali “yayın makineleri” ile donatılan üniversitelerde herkes “ne pahasına” olursa olsun nicelleştirilecek, sayılabilecek performansını yani üretimi artırma derdindedir. Bunun doğal sonucu bir noktadan sonra elbette seri üretimdir. Akademinin, seçkin indeksli yayıncılığının Ford’ları dolaşıyor etrafta.
Üniversitenin hakikat arayışı, insan yetiştirme çabası çoktan yitip gitmiş eski birer hikâye artık. Kimse kimsenin yazdığını, yayınını okumuyor bile, yararlanmak ya da değerlendirmek için bile. Falanca indekste taranan şu sayıda makaleniz varsa tamam, boşuna mı girmiş o indekse okumaya ne gerek var, “sayılabilsin” yeter! Akademisyenin üniversiteye yegâne katkısı üniversitenin malum rankinglerde puanını ve sırasını yükseltecek yayınlarla ölçülmektedir. Makbul akademisyen koşullar ne olursa olsun seri makale üreten katma değeri yüksek işgücüdür artık. Bu nicelleştirilmiş performans çılgınlığında özgün bir metin yazıp yazmadığınızın, sayısına bakılmaksızın eserinin niteliğinin, yetiştirdiğiniz öğrencilere kattıklarınızın, okuyup, inceleyip, gezip görüp kendinizi geliştirmenizin hiç ama hiçbir önemi yoktur. Şunlardan kısaca bahsetmeye kalksanız bile pek Amerikanca bir gevşeklikle “ee soo what, kaç adet yayının var, üniversiteyi kaç basamak yükselttin” deyiverecektir Fordvari performans takipçileri. Çalışma koşullarınızın, maddi manevi desteğin, karara ve yönetime katılımın, kurum içindeki adaletin, akademik özerkliğin esamesi bile okunmaz bu sıralama gevezeliğinde. Koşullar ne olursa olsun üretmek zorunludur, yarıştan geri kalınamaz; geride kalan, zayıf olan, puanı az olan elenir yoksa. Alın size evrimcilik. Kimileri de endişe ediyor evrimcilik müfredattan çıkıyor falan diyerek, evrimcilik ruhumuza işlemiş nereye nereden çıkacak?
Bu nicelleştirilmiş performansçılığın nerelere varacağını ve zararlı sonuçlarının olası boyutlarını kestirmek zor. Bu nedenle Yükseköğretim Kurumu’na bir öneri getirmek gerekiyor bu noktada, zararın ne kadarı engellenebilse o kadar iyi çünkü. Her üniversitede, her fakültede, her bölümde belirli sayıda akademisyen seçilsin, bunlar hiç derse girmesinler, mutlaka tek kişilik özel odaları, son model bilgisayarları, sekreterleri ve yazım asistanları olsun, mesai saatlerini, maaşlarını vb. kendileri belirlesin ve tek işleri de sadece ve sadece makbul indeksli dergilerde makale yayınlatmak olsun. Bir iki yıla kalmaz bütün rankinglerde tüm üniversitelerimiz en üstlerde yer alır, herkes de bize aferin der. Bu durumda en azından geri kalan akademisyenler, halihazırdaki çalışma koşullarıyla ders verirler, insan yetiştirirler az ama nitelikli eserleri imkan buldukça yazarlar. Hiç olmazsa herkes birden yoldan çıkmaz, “yarış”tan da geri kalınmaz. Herkes günaha bulaşmazsa af dilemeye yüzümüz olur belki de…
Rene Guénon, eşsiz eseri Niceliğin Egemenliği Çağın Alametleri’nde hikmetten konuşarak keskince tasvir etmişti Modern zihniyetin niceliğe olan düşkünlüğünü ve niteliği ancak niceliğe indirgeyerek anlam verebildiğini. Bunu Batılılardan daha iyi yapar hale gelmiş olmamızın utancı yeter bize artık …

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir