Kadim anlatılarda insanın dört unsurdan yaratıldığı anlatılır. Toprak, su, hava ve ateş. İnsanların mizacının belirmesinde etkili olan şey de bu temel unsurların tabiatlarına kattıklarıdır. Üzerinde yaşadığımız, bize ana kucağı olan bu dünya da bu dört unsur ile kaimdir. Hava ile bağımız hiç kesilmez. Aldığımız her nefeste, hava ile ilişkimizi tazelemiş ve hayatiyetimizi sürdürmüş oluruz. Su ile bağımız da kuvvetlidir. Susuz uzun süre yaşamamız mümkün değil. Peki, hammaddemiz olan toprak ile bağımız ne kadar kaldı? Marketten ya da pazardan aldığımız sebzelerin köklerinde ki toprak kırıntıları kadar muhatap oluyoruz artık onunla. Ve ateş, hem bedenimizin hayatiyetini sağlayan iç sıcaklığımızı oluşturan hem de mizacımızın yıkıcı yanı olan ateş. 

“Miskin Yunus’un nefsi dört tabiat içinde 

Aşkıla can sırrına pinhan varasım gelir” der Hazreti Yunus. 

Üzerinde yaşadığımız dünya, bir atmosfer tabakası ile kaplı. Canlılara soluk olan ve dünyayı tıpkı bir cenini sarmalayan rahim gibi koruyan atmosfer tabakası güneşten gelen zararlı ışınlarında dünyaya ulaşmasını engeller. Dünyanın bağrında ki magma tabakası da tıpkı vücudumuzda sıcaklık sağlayan ateş gibidir ki, toprağın altındaki canlıları, tohumları sıcak tutarak korur. Aslımız, hamurumuz olan toprak ise türlü yiyeceklerle insanoğlunu besleyen, şefkatli bir ana gibi omuzlarında taşıyan yeryüzü… Ve denizler, ona koşan ırmaklar, tatlı suyu ile hayatın devamını sağlayan göller. İnsan ve ona mesken kılınan bu dünya birbirine çok benziyor. 

“Bu vücudun sermayesi od u su toprak u yeldir 

Her biri aslına gider gâfil olmak nendir senin” der Hazreti Yunus. 

Çalışmak için tarlaya gittiğimizde bazen annem der ki; “Hava bozacak, toparlanın gidelim.” Oysa hava günlük güneşliktir. Defalarca tecrübe ettiğimiz için itiraz etmeyip toparlanırız. Yarım saate kalmaz gök gürleyip yağmur yağmaya başlar. Bazen de hava kararır, bulutlar toplanır, biz endişeleniriz. Annem yine devreye girer; “bu bulutlar geçip gider, buraya yağmaz” der. Öyle de olur. Yıllardır uğraştığımız halde bulut okumayı öğrenemedik. Çocukluğundan beri bulut altında çalışan ve şiddetli yağmura, doluya maruz kalan insanların gözü hep bulutlarda oluyor bunu öğrendim. Tarla ekildikten sonra “ektik ama bulut altında, Allah bereketini versin inşallah” derler. Tohumun büyümesi, gelişip serpilmesi için gerekli olan yağmur, bazen coşup taşar, sel olur, afat olur. “Bulut bağırıyor, afat olacak” derdi eskiler. Bin bir emekle ektiğin tohumlar, fideler sele kapılıp gider. Bazen de bahardan yaza geçildiğinde afat ayları denilen zamanda bulutların indirdiği dolu, ekilen alanları dümdüz eder, meyveye duran ağaçlarda bir şey bırakmaz. Tohumlar toprağa dua ile bırakılır, üzeri dua ile örtülür ve bereket için dua edilir. Sonrası tevekkül ve sabra kalır. 

“Tenim toprak tozar yolca, nefsim iltür beni önce 

Gördüm nefsin burcu yüce, kazma aldım kazar oldum” der Hazreti Yunus 

Küçükken dinlemiştim; dedem tarlayı sürerken yoldan geçen bir yabancı selâm verir. Dedem işini bırakır, yolcunun yanına gider ve onu yemek yemeye davet eder. Akça Ağacın altına oturup Allah ne verdiyse yerler. Uzun süre sohbet ederler. Yolcu; “ne ekeceksin buraya?” diye sorar. “Buğday ekeceğim inşallah” diye cevap verir dedem. Yolcu eline bir avuç toprak alır ve koklar. “Buğday ekersen verim alamazsın, bu sene buraya başka bir şey ek ya da dinlendir” der. Sonra da helâlleşip yola revan olur. “Ben öğrenemedim” demişti dedem. Balkan Harbi, Çanakkale, Yemen ve İstiklâl Harbi derken neredeyse bütün gençlik yılları cephelerde ve yollarda geçmişti. Kırkına yakın iken başlamıştı çiftçiliğe. Toprak analizinin henüz yapılmadığı zamanlardı. El yordamıyla eker, sonra da tevekkül ederdi herhalde. Bu hikâyeyi dinledikten sonra her şeyi koklamaya başladığımı hatırlıyorum. Toprağı, ekmeği, havayı… Dedem gibi bende öğrenemedim ama sonunda kararımı verdim; güzel koku bu dünyada ki en büyük mucize idi. Baharda açan hanımeliler, güller, zambaklar sanki başka bir iklimden gelip dünya üzerinde açıyorlar gibi gelirdi bana. Daha sonra öğrendim ki; güzel kokan ne varsa cennetten Havva Annemizle, Âdem Babamızla beraber dünyaya gelmişler. Dünya zindanına düşen Âdemoğullarına umut olsun, geldikleri ata yurdunu unutmasınlar diye yeryüzüne bırakılmış işaretler midir mis kokulu çiçekler? Yoksa Allah’ın şefkati midir kullarına?  

“Gül ü reyhan kokusu aşıkıla ma’şukudur 

Âşık olanın ma’şuku hergiz önünden gitmeye” der Hazreti Yunus. 

Bazen erken saatlerde bahçeye gittiğimizde eşsiz bir manzara karşılar bizi. Örümcekler, avlanmak için bahçeyi incecik bir tül ile kaplarlar. Gece yarısına doğru çiy yağmaya başlar. Havada uçuşan su zerrecikleri bitkilere tutunur, orada birleşerek bitkilerin köküne, toprağa doğru kayarlar. Sıcak yaz günlerinde yağan çiy bitkileri damlama sistemi ile besleyerek kurumalarına engel olur. Bazı çiy tanecikleri ise, örümcek ağlarına tutunur. Sabah olduğunda örümcek ağları görünmez. Güneşin ışıkları ile beyazdan gümüş rengine geçişler yapan ve hafif bir rüzgârın bitkileri kımıldatmasıyla hareket eden, havada uçuşan inci taneleri gibi görünürler. Fizikî sebebini bilmek o görüntünün mucize olduğu duygusunu azaltmaz. Öğlene doğru havanın harareti artınca geldikleri göğe geri dönerler. 

“Seher vakti burda kimler ağlamış 

Çimenlerin üzerinde gözyaşları var” der Karacaoğlan. 

Sonbahardan kışa geçerken ağaçlar budanır. Kalın olanlar sobada yakmak için ayrılır. İnce dallar, alınan fındık filizleri yakılır. Ateş yakmak ciddi bir iştir. Çünkü rüzgârın yön değiştirmesiyle ateşte sel gibi akar. Bir anda kontrolden çıkar ve zapt edilmez olur. Önce ateşin yerini hazırlamak gerekir. Son baharda kurumuş otlar ateşi çabuk alır. Bir keresinde başımıza geldi. Ateş yayıldı, elimizdeki su bitti ve çok çaresiz kaldık. Üzerine toprak atarak söndürebildik. Suyun söndürdüğü ateşe güvenilmez. En emin yol üzerini toprakla örtmektir. Öfkelendiğimiz zaman abdest almamızı buyurmuş Peygamber Efendimiz (s.a.v). Ancak ötesinde öfkenin kaynağını kurutmak ve bir daha alevlenmesinin önüne geçmek gerekir. “keşke toprak olsaydım” (Nebe Suresi -40) pişmanlığına düşmemek için. 

“Aşk odına yan dirisen gönüllere gir dirisen 

Karanular aydın ola ne kandil ü çerağ bana” der Hazreti Yunus. 

Hazreti Yunus’un talep ettiği aşk ateşi dahi kontrolden çıkmış zaman zaman. 

“Senin aşkın odı meğer sıçramaya kimesneye 

Bir zerre değdi Yunus’a cihan içinde fâş oldu”  

Ancak şikâyeti uzun sürmez, aşkın şükrünü eda eder. 

“Ey dost senin aşkın odı ciğerim pâre baş kılar 

Aşkından yanar yüreğim, yandığım bana hoş gelir” 

Yaz sonuna vardığımızda bahçe işi bitmiş, hasat keyfi kalmıştır. Dallardan sarkan domatesler, çeşit çeşit biberler, sakız kabakları… Tabi bostanında kendine has ciddi bir nüfusu var. Köstebekler, salyangozlar, yılanlar, kertenkeleler bizden önce hasadı yaparlar. Biberlerin sapı ve tohum kısmı kalmıştır dalında. Kalanını obur bir salyangoz sabaha kadar yiyip bitirmiştir. Bazen bir köstebekle karşılaşırız toprağı kazarken. Tüyleri pırıl pırıl, kadife gibi tertemizdir. Toprak altında yaşayan bu hayvanların, temizliği ve tasarımları hayret vericidir. Allah (cc), hiçbir canlıyı nasipsiz bırakmamış. Kız kardeşim kertenkeleleri çok sever. Dizinde, bazen omuzunda dolanır dururlar. Renkleri tavus kuşu gibi yeşilden maviye doğru harelenen bu canlıların soğuk görüntüsüne rağmen sevgi bağı kurabilmeleri nasipsiz olmadıklarını gösterir. Kardeşim tarlada peşinde kertenkelelerle dolaşır durur. 

“İki cihan toptolu bağ u bostân olurısa 

Senin kokundan eyü gül bostan içinde bitmeye” der Hazreti Yunus. 

Fındık hasadından sonra, mahsul kuruyana kadar başında bekleyip sık sık karıştırmak gerekir. Nemli kalırsa küflenebilir. O zamanlarda gece bahçede kalırız. Akşam olup lambalar yanınca, böceklerin cümlesi ışığın etrafında toplanır. Sinekler, kara böcekler, dervişe benzeyen beyaz kanatlı pervaneler ve daha niceleri… Bir zaman ışığın etrafında dönen böcekler, yönlerini değiştirip çöpün içindeki karpuz kabuklarına yönelirler ve ışığın etrafında sadece pervaneler kalır. Hızlarını düşürmeden sürekli dönerler ve düşen her pervanenin yerine yenileri gelir. Sabah güneş doğarken, ışığın altında bir kürek dolusu cansız pervane yığını oluşur. 

“Bûm-ı gamdır şem’-i bezm-i devletin pervanesi 

Tig-ı matemdir bu subh-ı işretin pervanesi” der Şeyh Galib 

(Mum ışığında toplanan sohbet meclisinin devletlisi pervane, gam tabiatlıdır. Gece ki işretten ok yarası almış olan pervanenin matemi vardır bu sabah.) 

Tabiat çok cömerttir. Kışın ortasında, karların üzerine düşmüş bir ceviz bulabilirsiniz. Kuşburnu, muşmula sonbahardan kışa devretmiş meyvelerdir. Bir keresinde kar yağarken orman kenarında çıktığımız yürüyüşte erik ağacının bir dalında erikler gördük. Sıcak geçen sonbahar mevsiminde bazen ağaçlar çiçek açar ve meyveye döner. Birlikte yürüdüğümüz komşum; “kim bilir hangi gebenin nasibidir” demişti.  

“Yine sordum çiçeğe, kışın nerde olursuz 

Çiçek eydür ey derviş, kışın türab oluruz” der Hazreti Yunus 

İlkbahar aylarına eskiler “varla yok arası” demişler. Geçen yazdan ambara konanlar bitmiş, yeni mahsul de henüz yetişmemiştir. İnsanlar kırlara çıkarak yenebilen otları toplarlar. Ya kavrularak üzerine yumurta kırılır ya da aş otlu bulgur pilavı yapılırdı. Baharda insanların imdadına yetişen en lezzetli bitki kaldrektir. Toprağın altından yürüyen kökleri ve çiçeğinin tadına doyulmaz. Hindibalar, gelincik otları, kazayağı ve ısırgan hem yemek hem de börek yapmaya müsait şifalı bitkilerdir. Allah (cc) yarattıklarının rızkı için pek çok vesileler yaratır.  

Hazreti Yunus, çok yolculuk yapmış. O uzun mesafeleri kat edebilmek için tabiatı ve işaretlerini bilmek gerekiyor. Bulut okumayı bilmek, göçmen kuşlar gibi yön duygusuna sahip olmak ve yenebilecek bitkileri tanıması gerekiyor. Kim bilir kaç kez karşılaştı bahar da hızlı akan coşkun sularla. O engelleri aşmak için ne çareler aradı, ne çabalar gösterdi. 

“Taştın yine deli gönül 

Sular gibi çağlar mısın? 

Aktın yine kanlı yaşım 

Yollarımı bağlar mısın?”  

Hazreti Yunus’un tabiatta karşısına çıkan her şey, şiirini besler ve zenginleştirir. 

“Karlı dağların başında 

Salkım salkım olan bulut 

Saçın çözüp benim için 

Yaşın yaşın ağlar mısın?” 

Hazreti Yunus’un duası, yakarışı hep tabiattan alınan örnekler eşliğindedir. 

“Senin aşkın denizine düşübeni gark olayım 

Kimsenem yok elim ala koma beni batmayayım.” 

“Cemalini gördüm düşte çok aradım yayda kışda 

Bulımadım dağda taşta denizleri süzer oldum”  

Apartmanlarda, gökyüzünü görmeden, toprağa dokunmadan büyüyen evlatlar alerjilerle, çeşitli kronik rahatsızlıklarla sağlıksız hale geliyor. Kendi özlerini tabiattaki karşılığı ile tanıyıp eşleştiremedikleri için eksik kalıyorlar. Kelimeleri, kavramları eksik kalıyor. Prof. F. Fındıkoğlu’nun dediğince; “Türkçeyi sala yükleyip sele verdik.” Düşünmeden akıp gittiğimiz yeni hayat tarzımızı ve evlat yetiştirme yöntemlerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. 

Efendimiz ’in ve adı geçen mübareklerin aziz ruhlarına selâm olsun. Bizlere anlattıklarını yaşamak ve eğrilen yolumuzu düzeltmek nasip olsun.  

Not: Yazının başlığı Salih Baba divanından alınmıştır. 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir