Balyozun sapını iyi kavramak için avuçlarını tükrüğü ile hafifçe ıslattı.
İki elini birbirine sürttü. Kayanın çatlağına balyoz çivisini yerleştirdi. Bismillah deyip balyozla çiviyi dövmeye başladı. Hem vuruyor hem inliyordu. Hıh hıh hıh…
Beş altı kez aynı yere vurmasına rağmen kaya bana mısın demiyordu. Her vuruşta çıkan kıvılcım direncini artırsa da kuvvetini zayıflatıyordu. Nefesi kesildi. Soluklanmak için yere çömdü. Bir cigara yaktı. Zora dağlar dayanmaz diye geçirdi içinden. Beyninin içinde alt yazılar geçiyor bu sıra.
“Kaya mı dayanır bu kuvvete bu ısrara bu azme. Ben sana benzemez ne kayaları böldüm, parçaladım ve de taşıdım. Nicelerini un ufak taş yaptım. Şimdi her biri nice apartmanın temelinde yatıyor. Ne duvarlar ördüm kopardığım parçalarla.”
Kaya sanki duymuş gibi ona direniyor, elinden geleni ardına koma diyordu.
Ayağa kalktı, haydi bismillah deyip tekrar dövmeye başladı. Bir, iki, üç, biraz daha…
Parçalanıp kırılmayacak mı acaba?
Parçalanmalı idi. Ağaçlar kesilmiş, traktör geçecek kadar yol açılmış ve kayalığın dibine kadar gelmişti. Bundan sonrası Arif Usta”nın işi idi artık. Kayaları parçalayacak, inşaat taşı haline getirecek ve taşıyacaktı.
Parçalamak için balyoz çivisini tamamen çakması gerekiyordu. Sonra onun yanına bir çivi, bir çivi daha. Derken kaya kopacaktı. Kopan parçayı taş haline getirmek çocuk işi idi artık. Odun yarar gibi yaracak ve inşaatta kullanılabilir hale getirecekti.
Kaya bir değil ki hangi birini parçalasın. Karşıdan bakana dağ görünen büyük kütlenin dibinde idi. Patron geldiğinde “Bravo, senden de bunu beklerdim.” demeli idi. Patrondan böyle bir takdir beklentisi yok aslında. Fakat patronluk bunu gerektirir.
Fakat öyle demedi.
Şöyle dedi:
-Daha uygun bir iş bulsan iyi olur.
-Yanlış anlama senin için söylüyorum. Yoksa benim için hava hoş diyecek sandı.
Hayır, böyle bir cümle kullanmadı.
-Kendine iş ara, dedi ve uzaklaştı.
Emanet olarak verilen balyozu yere bıraktı.
Ceketini omzuna attı.
Ve taş ocağını terk etti.
*
İşten çıkarılmasına en çok karısı sevindi.
Yetiversin artık dedi. Dünyaya çalışmaya, taş kırmaya mı geldin sen, dedi. Biraz da dinlen dedi. Bak yaşın altmışa vardı, dedi; artık biraz da öbür dünya için çalış dedi. Camiye git, namaz kıl, dedi. Elimizdeki avcumuzdaki bize yetiversin dedi.

Kadın böyle dese de Arif Usta hiç dinlemedi.
Bir iş yaptığından değil.
İşi kendisini rüyasında bile terk etmemesinden…
Her ne vakit yatağa girse azıcık uyusa kendini hep taş ocağında gördü Arif Usta.
Alıyordu eline balyozu, geçiyordu bir yalçın kayanın önüne ha bire dövüyordu. Ha bire kaya parçalıyordu. Bazen kaya demir kesiliyor, vurulan balyozlara bana mısın demiyordu. Arif Usta o zaman balyoz çivisini alıyor, onu saplamaya çalışıyordu kayanın böğrüne. Ne gam!
Sabahlara kadar vücudu yatakta, kendisi dağda taş kırmak, kaya parçalamakla meşguldü.
Uyandığında sırılsıklam buluyordu kendini. Yastığını ıslanmış görüyordu her sabah. Göyneği yine sırılsıklam.
İşi bıraktığına değmemişti.
Ne kadar uyusa dinlenemiyordu.
Uykuda iken de yoruluyor, uykuda iken de terliyordu.
En çok güneşe hayret ediyordu Arif Usta.
Bu güneş batmamış mıydı?
Batmıştı.
Akşam olduğu, gece olduğu için girmemiş miydi Arif Usta yatağa.
Evet öyle olmuştu.
Peki neden uykuya dalar dalmaz güneşi tepesinde buluyordu. Tıpkı çalıştığı zamanlarda olduğu gibi. Öğle sıcağında buluyordu her defasında kendini.
Güneş de dinlenmesini istemiyordu.
Geceyi güneş altında, sırılsıklam ter içinde, taş kırarak geçiriyordu.
Bu böyle olmayacak, dedi karısı.
Ya git çalış, hiç olmazsa çalıştığının karşılığını alırsın. Boşuna yorulmazsın.
Olmadı bir doktora git. Bir psikologa.

Patronu gel deseydi koşa koşa giderdi.
Fakat işi bıraktıran patron olduğu için tekrar ona yüz süremezdi.
Doktor ne yapıverecek, dedi.
Uyku hapı verecek, uykuda yine balyoz yine kaya yine güneş. Ve ben yine dinlenemeyecegim.
Son bir umut olarak gitmek zorunda kaldı.
Komşusunun tavsiye ettiği bir psikologa gitti.
Doktor:
-Ne iş yapıyorsun?
-Taş işçisiyim.
-Taştan heykel mi yapıyorsun? Yahut tespih?
-Yo, öyle taş işçiliği değil. Bayağı işçilik işte. Dinamitle kayaları parçalıyor, balyozla küçük parçalara ayırıyor, sonra da çuvala koyup taşıyorum.
Gün geliyor yol işçisi oluyorum.
Daha doğrusu tünel işçisi. Dağı deliyor yolu kısaltıyorum.
Sonra uyanıp bakıyorum yataktayım.
Yorgunum.
Her tarafım ağrıyor.
Beddua almış olmalıyım, dedi.

Olmaz öyle şey, dedi Doktor.
Çok az görülen bir vaka bu.
İşin hayatın; hayatın işin olmuş. Değerlerin yer değiştirmesi diyoruz bu duruma.
Arif Usta: “Sizde de öyle olmuyor mu?” dedi beklenmedik bir şekilde.
Sen rüyada hiç hasta muayene etmiyor musun?
Hem sen diyordu hem işinin rüyasına girecek kadar ehli ve mesleğine düşkün olup olmadığını ölçüyordu.
Doktor beklenmedik soruyu duyunca gözlüğünü çıkardı gözlerinden. Ne diyeceğini şaşırdı.
Neyse, dedi, konu ben değilim, diye devam etti.
Koltukta geriye doğru yaslandı.
Tekrar otoriter tavrını takındı.
Sana ilaç yazmayacağım, dedi. İlaçlık bir durum yok ortada.
Şöyle yapacağız. Daha doğrusu sen yapacaksın.
Yalnız tavsiyelerim olacak ilaç niyetine.
Sabah uyandığın zaman yataktan hemen kalkma. Biraz kendini dinle. Bir rahatsızlığın var mı? Bir yerin ağrıyor, bir yerinde kırıklık veya başka bir rahatsızlık var mı? Elinle uzuvlarını tek tek yokla ve sonra cevap ver kendine.
Hamdolsun sapasağlamım.
Temiz, güzel bir yatakta yatıyorum, uyandım, gece de uyudum.
Sonra şöyle düşün:
Evi, yatacak yatağı olmayanlar var.
Böyle düşün, zihnini böyle düşündür.
Kalkacaksın, kahvaltı yapacaksın.
Kahvaltı yapmaktan mahrum olan nice insan var, şükür ben kahvaltı yaptım, yapabiliyorum de kendine.

Bir evde oturuyorsun, bu evi bulamayanları da düşün, sonra.
Sonra yatağından hemen kalkıp giyinme. Yatağın kenarında biraz otur. Ayaklarını salla. Şükret Rabbine. Çünkü temiz bir yatakta yattın, kahvaltı yapacaksın, bir evin var, bir karın var.
Tüm bunlara hasret olanları ciddiyetle düşün. Ve kendi kendine tekrarla. ‘Daha iyiyim, daha iyiyim, daha iyiyim’.
Yirmi defa bunu söyle, iyi uyuduğuna inan. Kulakların da bu sözü duysun, içinden değil, duyacağın şekilde kendine telkin et.
Çok şükür daha iyiyim, daha iyiyim, Allah’a hamd et, iyi olduğunu düşün; yoksulları, o senin nail olduğun nimetlerden mahrum olanları düşün ve bunları kendi kendine telkin et. Bunu her sabah yirmi defa yap.
Sonra akşam yatağa yatarken de hemen uyuma. Yine sabah yaptığın gibi yirmi defa kendine telkinde bulun. Bak yatağa girdin, yumuşak bir yataktasın.
Çarşaflar bembeyaz, yumuşacık, çiçek gibi.
Doktor burada kendisi ile ilgili bir cümle kurdu. Ben dedi, güzel, mükellef bir sofra görsem hiç acıkmam fakat böyle bir yatak gördüm mü hemen uykum gelir.
Neyse konuya dönelim, dedi.
Sokakta, köprü altlarında, şuralarda buralarda kimsesiz, yoksul, aç, sefil insanlar var. Onlar da Allah’ın kulu, onlarla kendini mukayese et ve yine yirmi defa çok şükür, daha iyiyim, daha iyiyim, daha iyiyim telkinini gene tekrarla, dedi.
Ama böyle şeyler düşünürsem uyuyamam ki, dedi Arif Usta, doktorun gözlerinin içine bakarak. Başkalarının ıstırabı benim nasıl rahatım olabilir ki. Bu, kendi kendine sarkıntılık etmek gibi bir şey. Kayıt için başvurduğunda muayene ücretini peşin ödemişti. Teşekkür edip çıktı.
Bilmiyorum. Ben de merak ediyorum doğrusu. Reçete işe yaradı mı diye.

Sizce ne olmuştur?

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir