İnsan doğunca güneş, ay, yıldızlar, dağlar, taşlar, zaman hâsılı bütün cemâdât, nebâtât, hayvanât ve insânât, bu doğuma bir iz bırakır. Zamanın, mekânın ve aklın anlamsızlaştığı bu âlemde, herkes herkese şahitlik eder. Bu şahitlikten ve izden nasibini alan her varlık, yine bu âlemin kendine tahsis edilen yerlerinde büyür, yaşar ve ölür. Doğumun ve bu âlemin bir mucize olmasının bir nedeni de aklı aşan bu hayretlik halidir. İnsan, hem bu âlemin izlerini ve şahitlerini taşıyarak yaşar hem de böylelikle kulluk mertebesine yükselir. Daha doğrusu yükselirse kuldur, yükselemiyorsa beşerdir. Kâmil insan, âlemdeki bu yerinin idrakine hem vasıl olan hem de bunu tecessüm ettirendir. Öyle diyor Niyâzî Mısrî;

“Bahr içinde katreyim bahr oldu hayran bana
Ferş içinde zerreyim arş oldu seyran bana”

İntihar bu nedenle kötüdür, istenmeyendir. Çünkü âlemin inkıtaa uğramaması, kaderini emredildiği üzere devam ettirmesi için insana tahsis edilen ömür, ancak âlemin onsuz yaşayabileceği zamanda sona erer /ermelidir. Olgunlaşan incirin dalından düşmesi gibi yani. Bunu ancak âlemi yaratan bilir. İntihar etmek, bu anlamda, “ben de bilirim” demektir ki bu, Müslüman tasavvurunda belirlenen dairenin dışına çıkmak (şirke düşmek) demektir. Yunus’un kendini bil öğüdü, âlemin içindeki yerini bil demektir de. Kendini bilen âlemi, âlemi bilen kendini bu nedenle zaten bilir. Yine Niyâzî Mısrî’ye başvuralım:

“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı.”

Ölüm ise yine aynı âlemin sen olmadan serüvenini devam ettirmesi cari olduğunda vaki olur. Âlemin sensiz kalmaya bir çeşit alışmasıdır. Âlem alıştığında ölüm gelir kula, beşere.
İşte insanın eğitimi, esasında, âlemdeki bu yerini ona öğretme işinden başka bir şey değil. Çünkü insanın bu âlem karşısında söz söylemeye utanması gerekir. Yücelik karşısında konuşan, edepten azadedir. Bu anlamda eğitime, edep demek daha doğru. Edebin özü utanmak olduğundan, eğitimli insanın edepli insan olması da utanmasından kaynaklanır. Utanmayan eğitilemez. Edebin kardeşi olan terbiye ise edebi yani utanmayı hatırlatma işidir. Terbiyeli olmak utanmayı bilmek demek, dahası Rabbinden utanmak demek. Edepten farkı talimi gerektirmesidir. Terbiye ve edep, bir madeni paranın iki yüzü gibidir: İkisi birden ya vardırlar ya da yokturlar. Biri cevher, diğeri arazdır. Lakin biri kişilikte, diğeri karakterde içkindir. Bilge insan Yunus Emre, bu anlatımı şöyle özetler:

“Gezdim Halep Şam,
Eyledim ilmi talep,
Meğer ilim bir hiçmiş,
İlla edep illa edep.”

İşte bu insan, gaflete meftun bu insan mâsivaya meylettiğinde edebini de terbiyesini de âlemdeki yerini de kaybeder. Büyük münevver Yunus Emre meseleyi özünden yakalayarak şöyle der:

“Miskin Âdem oğlanı, nefse zebun olmuşdur
Hayvan canavar gibi, otlamağa kalmıştır
Hergiz ölümün sanmaz, ölesi günin anmaz
Bu dünyadan usanmaz, gaflet önin almışdur.”

İşte bu kaybedişi diriltmek, bu mucizeyi kendinde diri tutmak yani gafletten uyanmak ancak insanın içindeki âlemde ve o âlemle yaşamasıyla mümkündür. “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım” tasavvuruna ancak böyle nail olunabilir. Ne mutlu bilme yolunda olanlara…

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir